8 Şubat 2009 Pazar

''entelijansiyaya dahil olmak için kendimi sosyalist ve ateist olmak zorunda hissediyorum''

dedi bi' tanıdık. pis pis baktım, özür diledi.
''ben o değilim aslında :'(('' diye mırıldandı, affettim.

5 Şubat 2009 Perşembe

''gotik mimariye bayılıyorum, kiliseler, katedraller..''


[sevgili ismini bilmediğim insan; eğer bu notu okuyorsan sen de benim yaşadıklarımın benzerini yaşayacaksın demektir. bu neresi olduğunu bilmediğim (ki muhtemelen gerçekte varolmayan) yerde uyandığım andan (ve biraz öncesinden) itibaren yaptığım her şeyi yazıp sana bırakıyorum, bu sayede kendini buradan kurtarabilirsin. benim hareketlerime paralel davranman lehine olacaktır. bu iyiliği neden yapıyorum bilmiyorum, umarım başarırsın.]

daisy(daisy ne amına koyim) ile taksim'de turluyorduk. sinemadan yeni çıkmıştık, güneş gözümü alıyordu. konsoloslukların bulunduğu taraftan yürürken, ''aa şu kiliseye girelim mi?'' dedi. o'na cevaben tam ''gothik mimariye bayılıyorum, kiliseler, katedraller..'' diye başlayan bir cümleyi bitiriyordum ki bir anda karanlık çöktü..

uyuduğumun farkındaydım, ama bir yanlışlık vardı. daha 10 saniye önce bir cins-i latif ile gezip sohbet ederken şu an uyku aleminde olamazdım. ayrıca her nerede uyuyorsam, üzerinde yattığım şey yatağım değildi. bu olağandışı durumu çözmek amacıyla hafifçe gözlerimi araladım. ilk gördüğüm şey maun ağacından imal edilmiş uzun bir sıraydı, üzerinde oturan kimse yoktu. yavaşça doğruldum ve bir kilisenin içinde olduğumu fark ettim. yattığım bloktan kalktım ve etrafa ne var ne yok diye bir göz gezdirdim. tam karşı sıramda, 3 blok ilerimde sakince bana bakan tombik şahsiyetle göz göze geldim. ben bir şey söylemeden konuşmayacağını anladım ve ''benim ne işim var burada?'' dedim. ''bilmem.'' dedi sırıtarak. ''senin ne işin var?'' dedim, ''bilmem.'' dedi aynı tonlama ve yüz ifadesiyle. ''suratını sikerim senin orospunun evladı!'' diyecek oldum, demedim. nerede olduğumu anlamak için kiliseden dışarıya çıkmaya karar verdim. kapıya doğru yürümeye davrandım, tombik de bana katılacak oldu. ''ismin ne abi senin?'' dedi. ''teoman'' diye yanıtladım, nedense ona gerçek ismimi vermek istemiyordum. ''ben de sanço'' dedi, ''oldu amına koyim bi don kişot olmadığım kalmıştı! siktir git oğlum mal mısın nesin?!'' diye patladım, zira bu angut tavırları ve sırıtkan mizacı dayanılırlık limitlerini zorlamaktaydı. kitaba yaptığım göndermeyi anlamadı ''don kişot mu? ehehe. eyvallah'' dedi aynı laubali haliyle. o dakikada sanço'nun hikayedeki sidekick rolünü üstlendiğini anladım.

neden sonra kilise kapısından dışarıya adımımızı attık ve acı bi' küfür aşk ediverdim. hava gavur vajinası gibi tutuşmakta, önümüzde bütün dünya'nın üzerini kaplıyormuş gibi duran bir çöl uzanmaktaydı. yere çömeldim, ağıt yakar tonda makinalı tüfek seriliğiyle küfür etmeye başladım. sanço denen mal o hızlı ritme ayak uydurarak dans etmeye başladı. ben bu umutsuz manzara karşısında intiharın eşiğine gelmiş halde, sinir krizi geçirip etrafa küfür yağdırırken, sanço rap yaptığımı zannederek dans ediyordu. ayağa kalktım, sustum, kendimi sakinleştirdim. ''teoman abi ben acıktım.'' cümlesini duyana kadar neredeyse tamamen normale dönmüştüm. ''çölün ortasında bir kilisenin dibindeyiz mongol. nereden bulacaksın yemek?!'' yanıtıyla o'na içinde bulunduğumuz realiteyi yalın bir dille özetledim. ''hay amına yaa :'(('' diye feryat etti, ağlayacak gibi oldum..

aşağı yukarı 3 saattir yürüyorduk (kilisenin kapısına dik istikamette). kilise çok ardımızda kalmıştı ve neredeyse gözden kaybolmuştu. ''teoman abi, nereye gidiyoruz?'' sorusuyla düşüncelerimin arasından sıyrıldım. ''bilmiyorum sanço. bi tarafa doğru gidiyoruz işte, o izbe kilisede hiç gelmeyecek kişileri beklerken susuzluktan öleceğimize en azından bir tarafa doğru yürüyoruz.'' diye yanıtladım, ''haklısın abi.'' dedi. kendisinin ortaya atılan bir fikre karşıt görüş bildirip, itiraz etme gibi bir yeteneği yoktu. her ne kadar işe yaramaz ve pratik zeka yoksunu birisi olsa da sempatik bir hali vardı bu orta boylu, şişman, terli ve yağlı saçlı ''paul giamatti'' bozmasının. yine tam düşüncelere dalmak üzereydim ki sanço'nun bir yere dikkat kesilip beni dürttüğünü hissettim. gene ne salakça bir şey vızıldayacak acaba diye merak ediyordum ki bana ilerideki bir taş yığınını gösterdi. yerden 5-6 metre yüksekliğe ulaşıncaya kadar onlarca taş üst üste yığılmıştı ve bu yığının üzerinde tek bir sandalye sabitlenmiş halde duruyordu. ihtiyatlı bir şekilde yaklaştık. hiç kimse yoktu. aniden bloğun arkasından siyah saçlı, bembeyaz tenli, koyu renk bir pelerine sarınmış bir adam belirdi. sanço korkudan ''anneni sikiyim anneni anneni!! :'(('' diye bağırarak arkama saklandı. her ne kadar korksam da belli etmemeye çalışıyordum, hikayede üstlendiğim rolün hakkını verecektim. ''sen kimsin?'' diye sordum korkunun sesimi titretmemesine çabalayarak. ''doğru soruyu sor.'' diye yanıtladı sakince. şimdi soracağım soruyu da beğenmezse düşeceğim durumu göz önünde bulundurarak dikkatimi topladım, amacımı gözden geçirdim ve ''buradan nasıl çıkarım?'' dedim. ''sosyal yaşamı esir etmiş o hastalıklı klişelerinden arınıp insanları bu konuda bilinçlendireceksin. artık her gördüğüne bunu anlatarak mı olur, yoksa bi yerlere yazarak mı ona sen karar ver. işe her kilise görüşünde gothik mimari muhabbetini açmayarak başlayabilirsin mesela ;)'' dedi muzırca gözünü kırparak, gülümsedim. ''peki ya sanço, o ne yaptı?'' diye sordum. ''o pek birşey yapmadı aslında. tek suçu arkadaş grubuna girip başta sessiz insan portresi çizdikten sonra, içki içtikçe ortamın yavşağı konumuna gelen tombik çocuk olması. buraya getirmemin sebebi o'nu acı çekerken görmekten aldığım keyif.'' şeklinde açıkladı. ''hayata en son kaldığınız yerden devam etmek için bu taşların etrafında yengeç dansı yaparak 5 tur atmanız yeterli. kendinizi kilisede uyanmadan önce en son olduğunuz yerde bulacak ve hiçbir şey hatırlamayacaksınız.'' diye ekledi ve gözden kayboldu.

sanço'ya ''buraya kadarmış sanço, hayatta başarılar. içkiyi de fazla kaçırma hea :))'' dedim, vedalaştık. dansımı bitirdiğimde kendimi taksim'de buldum. daisy bana merakla bakıyordu, ''iyi misin? cümleni bitiremeden aniden duraksadın, daldın bi yerlere..'' dedi merakla. ''he yok aklıma bişey geldi de ona takıldım. boşver kiliseyi ya evlere dağılalım. annem kısır yapmış, ayran da varmış dolapta..'' dedim ve onunla da vedalaşıp otobüs durağına doğru yürümeye başladım.
her nasıl oluyorsa pelerinli şahsın bana bakıp memnuniyetle gülümsediğini hissediyordum..

2 Şubat 2009 Pazartesi

neden yazıyorum?


haklı sebeplerim var:

1- işim gücüm yok.
2- okulum var.
3- boş oturmak için fazla seksi, dolu işler için fazla halsizim.
4- sütlü nuriye çok güzel bi tatlı. hem şerbet yerine süt katıldığı için hafif :))
5- hiç 80'ler partisi, karaoke ve fasıla gitmedim.
6- nutella yemiyorum.
7- bugs bunny'i düşünüp masturbasyon yapan arkadaşlarım var.

28 Ocak 2009 Çarşamba

otostop ve gayseksüellik üzerine


böyle olsun istemezdim. otostopla bineceğim arabanın içinde 3 adet gay olmasını istemezdim, şayet seçme şansım olsa o arabayı seçmezdim. herkesin sırayla birbirini dillediği iett otobüsüne binerdim gene o arabayı seçmezdim. genç adamların yaşlı teyzeleri siktiği otobüslerle dönerdim, gene o arabaya binmek istemezdim, gayet mutlu mesut camdan dışarıyı seyrederek evime dönerdim. ki bu gaylordların arabasına tercih ettiğim otobüsler de özünde binbir çeşit saykoluğun, sadistliğin, pejmürdeliğin ve bizatihi granny porn'un döndüğü paralel evrenler aslında. o otobüsler ki ''evladım beni misyoner pozisyonuyla sikme evladım. belimde kireçlenme var evladım. az ağzıma ver evladım. orozbu zozuğu zanım evladım :))'' sayıklamalarıyla gezen iblisvari teyzelerin habis meskenlerini içerisinde barındıran yerler. ama bana inanın, beterin daha beteri var ve bindiğim o araba işte tam da daha üst seviyelerdeki beterlerle aynı klasmanda mücadele etmekteydi..

dersim bitmişti. okulun alanından dışarı çıkmıştım ve 2 tane gay olmayan arkadaşımla orman yolunda otostop çekme amacıyla beklemeye başlamıştık. metabolizmalarımızı stand by konumuna getirmiş bir halde, yağan yağmurdan kendimizi sakınmak için heybetli bir ağacın altında kah kuzey kutbunda hunharca öldürülen fok balıklarından, kah avrupa birliğine uyum sürecinden, kah tuba'nın bongosundan bahsediyorduk. saat çok geç olmasa da hava, mevsimlerden kış olmasının etkisiyle tamamen kararmıştı. yağan yağmur, havanın kasvetine kasvet ekliyor, kuytu bir ormanın kıyısındaki yolda medeniyete uzak bir halde takılıyor oluşumuzda götümüzde yavaştan 3,5 etkisi yaratıyordu. ansızın beynim yardımıyla kaslarıma sol el baş parmağımı kaldırma komutu verdim. komut birkaç durak sonra sol elime vardı ve baş parmağım sempatik bir şekilde havaya kalktı. elimin yeni görüntüsü dışarıdan bakanlara otostop çektiğimi anlatıyordu. onlar da mesajı almışlardı.

yanımızdan geçmekte olan araç durdu. ön koltuklarda 2 ve arka üçlüde 1 kişi olmak üzere içeride toplam 3 erkek görünümlü insan oturmaktaydı. ''bu havada bulduk lan bi araba oh be :)'' diye düşünerek içeri girdik. sıkış tıkış nasıl oturacağımızın planını yaparken öndeki kelden kilit cümle geldi ''levent ablayı kucağınıza alın gençler.'' bu cümle sarfedildikten sonra 4 saniye kadar zamanın durduğunu hissettim. daha sonra taner yavşağı şen bir kahkaha patlattı, kahkahasına biz de ortak olduk. 4.levent'e en kısa yoldan gitmek gibi masum bir amaçla bindiğimiz arabanın içerisinde 3 tane 55 yaşlarında, peruklu, buruşuk pasif ibneyle başbaşa bulmuştuk kendimizi ve üstüne üstlük laf lafı açıyor, utangaçlık duvarları deliniyordu. öndeki olcay denen gaylord kendisine gelen telefonları ''meraba ben kuzey.'' diye açıyor, görüşme bittikten sonra ''ay bu da beni karı için arıyo gene be.'' diyerek yaptığı muhabbetin içeriğini detaylarıyla aktarıyordu. zamanla coşkuları arttı. yoldan geçenlere laf atmalardan, penisleri ısırarak yemeyi sevdiklerine kadar döktürdüler. öyle ki işi, kendinden çok kırıtan birini gördüklerinde ''ay bu beni sikemez anca ben bunu sikerim. ama sikmeyi de pek sevmiyorum :P'' demelere kadar götürdüler. her seferinde gülümsüyor, kanlarında akan ibnelikle sentezlenmiş orospuluk içgüdüsünün ne kadar normal bir şey olduğunu vurgular gibi bir imaj çizmeye çalışıyorduk. taner denen amık her sarışın, açık gözlü türk erkeği gibi aslında brad pitt'e ne kadar çok benzediğinden bahsediyor, kerem isimli götoş ne kadar müziğe yatkın olduğuna dikkat çekip, süpersonik seviyede gitar çaldığından bahsediyordu. hatta 'menecer' olduğunu söyleyen toptan telefon numarasını almıştı. kendini hazır hissettiğinde sahne dünyasına atılıp bir sik yiyebileceği gibi bir hayal git gide ona gerçeğe daha da yakınlaşmış gibi geliyordu, bunu gözlerinden ve sırıtışından gayet net anlayabiliyordum.

hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yolculuğun sonuna yaklaşmıştık artık. pasif eşcinseller onlara cinsel anlamda bir şey vermek istemememizi olgunlukla karşıladılar. tam 4.levent'e gelmek üzereydik ki yan yoldan bir araba önümüzde göt atarak durdu ve içinden 3 tane, toplam sakal sayıları vücutlarındaki alyuvar hücrelerinin sayısından fazla olan semi-monkeyler indi. bilmediğimiz dilde bir şeyler söylediler. korkuya kapılmıştık. direksiyon başındaki kel behçet isimli iç mimar gay kontrollü bir ses tonuyla ''sakin olun. size birşey yapmazlar.'' dedi. hep beraber arabadan inip karşılarına dikildik. gaylerle aramızdaki fark anlaşılsın diye istemsiz şekilde 3 straight erkek olarak yan yana duruyorduk. semi-monkeylerden iri yarı olanı ''da sihkterin getin laa burda vara vara!!'' diye gür bir sesle bağırdı. daha cümlesini bitirmeden gerisin geri koşmaya başlayıp ana caddenin köşesinde varmıştık zaten. hemen önümüzde bir otobüs durağı vardı ama sanki her birimiz patlak götlü birer fahişeymişiz gibi meraktan kuduruyorduk. her ne kadar ibne de olsalar onlar da insanlardı ve bizi ne sikmişlerdi, ne zorla ırzlarına geçirttirmişlerdi. gidip bakmaya karar verdik. sessizce park halindeki arabanın yanına doğru adımlarımızı hızlandırarak yürüdük. kısa süre sonra arabanın oraya vardık. gizlenerek bulunabilecekleri muhtemel yönlere doğru göz gezdirdik. derken sesleri duyduk, ormanın içinden bağırtılar gelmekteydi. o yöne doğru yavaşça yürüdük ve asırlar dahi geçse aklımızdan çıkmayacak o manzarayla karşılaştık; 3 semi- monkey ve 3 buruşuk pasif gay çılgınca aşk yapıyordu. kel behçet'in kafası yerdeki taşlara sürtünmekten kanlar içinde kalmıştı ancak o anın sıcaklığıyla bir şey hissetmiyordu. menecer olcay'ın peruğu düşmüştü ve kafasını çılgınlar gibi ağaçlara vuruyordu. arabadayken sessiz takılan 3. gay kabuğundan çıkmıştı, çılgın atıyordu adeta, pompayı yedikçe ''BAAA BAAA BAA!!!'' diye haykırıyordu.

öylece donup kaldık. ifadesiz suratlarla dehşetengiz tablo karşısında kısa bir süre hareket etmeden dikildik. şoku üzerimizden atlattıktan sonra geldiğimiz yöne doğru arkamıza bakmadan koşturduk. ilk gelen otobüse binip 4 levent'e gittik, oradan da metro vasıtasıyla taksim'e geçtik. bereket'te döner yiyip, nevizade'de 2'şer tane bira içtikten sonra evlere dağıldık.

otobüste biraz tuba'nın bongosunu düşündüm.

26 Ocak 2009 Pazartesi

yeraltından astronotlar




gece 02:27

sessizce uyuyordu. gürültü yaparak uyuyanlardan değildi. ne horlar, ne gümbürtülü gaz çıkarır ne de karga gibi öksürürdü. bu sessizliği o'na en ufak çıtırtıyı dahi farkedebilme avantajı sağlıyordu (kaldı ki bu, günün şartlarında pek de matah bi ayrıcalık sayılmazdı).
her zaman içten pazarlıklı ve kapalı devre yaşayan bir adam olmuştu ancak kimse bu yönünü bilmediğinden, birisine kendinden bu şekilde bahsettiğinde aldığı reaksiyon ''aa ne ilgisi var? bilakis gayet açık ve insan ilişkileri kuvvetli bir insansın.'' olurdu. bu tepkiye şaşırmayı bırakmıştı artık.
gecede ortalama 7 rüya görürdü ve bu rüyaların 4'ü sürrealist imgelemler, 2'si ipe sapa gelmeyen saçmalıklarla dolu çeşitli olay örgülerinden oluşan alternatif kısa filmler, 1'i de adult içerikli aktivitelerden oluşurdu.
o gece, tam da rüyasında abba grubundaki en sarı adamın yönettiği tartışmada craig david ile kozlarını paylaşıyordu ki omzunda bir el hissetti ve yavaşça uyku düzleminden reel aleme geçti. yatakta doğrulup odasına bir göz gezdirdi ancak onu dürtebilecek hiç kimseye rastlamadı. biraz dikkatle odaklanınca odada belli belirsiz bir fısıltının dolaştığını hisseder gibi oldu. ses usulca;

''evimi, ocağımı, kolumu, bacağımı bıraktım.
kolaysa hadi beni pause et.''

diyordu. haliyle anlam veremedi. ''hay sikiyim. iyice delirdim'' dedi kendi kendine. rüyasına kaldığı yerden devam edebilmeyi umarak başını yastığa koydu.
rüya kaldığı yerden devam ediyordu. bir anda tartışmanın sürdüğü masada fazladan 1 kişinin daha oturduğunu farketti. tartışmaya yeni bir soluk getirecek olan bu isim, doktor bilal'di. tam arkasında, koltuk altında tuttuğu 1 büyük şişe ayranla tüm heybetiyle michael clark duncan( yeşil yoldaki ayı gibi zenci) dikiliyordu. ''allah'ım... ben nereye düştüm böyle.'' diye iç çekti.

(bi ara devam edecek...)

25 Ocak 2009 Pazar

347. sanat akımı ve bir avuç leblebi


müzenin içerisinde, sıkıldığımı çaktırmadan bi sağa bi sola ırgat gibi yürüyordum. sanki uzun süre aynı yerde dikilirsem, müze görevlilerinden biri yanıma gelip ''arkadaşım siz kimsiniz? paso stanttan şarap içip, leblebilerin ırzına geçtiğinizi gözlemliyorum. davetiyenizi görebilir miyim?'' diye soracakmış gibi hissetmekteydim. yürüyüş duraklarım olarak belirlediğim tabloları standlara yakın olanlardından seçmiştim, böylece bir yandan resimlerle ilgileniyor gibi yaparken beri yandan da ceplerime leblebi doldurabiliyordum.
soluklanmak için bir tablonun önünde biraz bekliyeyim dedim. nasıl olsa yeteri kadar leblebi stoklamıştım. beni en azından 10 dakike idare ederdi.

2 saatten beri kimse bakmazken yürüttüğüm kadeh kadeh şarap midemi yakmaya başlamıştı artık. ufak ufak beynimin uyuştuğunu ve buna bağlı olarak da görüşümün 4. boyut kazandığını hissediyordum. o anda yanıma yaklaştı. orta boyluydu ve düğmeleri açık ceketinden hafifçe öne doğru çıkmış gergin bir göbeği vardı. sol elini cebine sokmuş, sağ eliyle resimdeki kukla benzeri figürü işaret ediyordu. ilgisini üzerimde hissetmemle ona doğru bir bakış attım. ''gö-g-g-göö-lllge-gede kal-kak-ka-aal-mmış-şş--ll-ığığı aannn-llaattıı-yy-yyorrr değği-ll mmii-ii?'' diye sordu. hard core kekemeydi.

onun 1-2 metre yanında aynı resime bakmakta olan, gözlüklerinden, rujundan ve diz hizasındaki eteğinin açıkta bıraktığı kaval kemiği arkasındaki çıkık, diri kaslarından fransız olduğunu tahmin ettiğim kadın usulca ''what's he saying? he looks like a bitch :))'' dedi. afallamıştım. yalnızca bedavaya şarap içip yanına leblebi katık etmek amacıyla geldiğim sergide götümden ter atıyordum adeta. kırık dökük bir ses tonuyla ''no. he is not a bitch. he is kekeme.'' dedim. kadın sanki anlamış gibi ''aah kekeme yes. he is a kekeme:)))'' dedi.

bu kadarı bu utanç gezimi bitirme kararını vermem için yetti de arttı. hızlı adımlarla çıkış kapısına doğru ilerledim, kapıdan dışarı çıktım. anında bir terslik olduğunu farkettim. dışarısı eskisi gibi değildi, eskiyi geçtim hiç olmadığı gibiydi. sokaklar bomboştu ve koskoca 6 şeritli işlek caddede hareket halinde bir araba dahi yoktu. aniden her taraf mosmor oldu. bütün dünya morardı. gözlerimi açamıyordum. olanca gücümle çabaladım. ufak ufak açmayı başardım. tamamen açtığımda ağzımdan dökülen tek cümle ''ananı sikiyum:))'' oldu.

monitörü kapatmayı unutmuşum. mor screensaver cayır cayır yanmaktaydı.

''büyüyünce ne olacaksın?'' sorusuna zamanında verdiğim yanıt